Yunus’un Vatan Özlemi

9 Mart 2015 Mayıs 15th, 2023

Ali Aydın- Tekirdağ

Ülke insanımız 1960’lı yılların başlarında gitmişti Avrupa’ya. Bir ev, bir tarla, bir traktör almaktı hepsinin hayali. Bir anda yabancı bir kültürün içinde buldular kendilerini. Çalıştılar, sürekli çalıştılar… Kimileri hayallerini gerçekleştirmek için anavatana döndü, kimileri ise gittikleri ülkeye yerleşti. Avrupa’yı yurt edinenler çeşitli sıkıntılarla karşılaştılar… Yabancı bir dil, hiç tanımadıkları bir kültür ve sadece ismini duydukları bir din. İlk etapta sorunlar ve sıkıntıların başında bunlar geliyordu.

İlk tadılan ızdırap muhacir ruhunu yaşamak oldu. Onları karşılayacak bir ensar topluluğu yoktu. Buna rağmen bütün zorlukları bir bir aşarak muhacir ruhunu yaşadılar, yaşattılar. Sığınacak bir kapı, dertleşecek bir ortam ve sorunların çözümü için bir yer lazımdı. İlk olarak “Heim” diye bilinen işçi evlerini bu maksatla kullandılar. Heim Dar’ül-Erkam’dan farksızdı. Ama bu geçici bir çözümdü. Artık hicret etmişler ve kalıcı bir çözüm üretmek zorundaydılar. Uzun mücadeleler sonucunda sığınacak kalıcı bir limanları vardı artık. Dertleşecekleri, yardımlaşacakları ve çocuklarını gönül rahatlığıyla teslim edecekleri bir limandı. Camiler…

Avrupa’da en zor iş çocuk olmaktı belki de… İki kültür arasında sıkışıp kalmak, kimliğini ve kültürünü korumaya çalışmak. Entegrasyon (uyum) adı altında yapılan kültürlerarası diyalog çalışmaları, çoğu zaman asimilasyon politikalarına dönüşebiliyordu. Birinci kuşak diye tabir edilen ülke insanımız için belki kimlik sorunu yoktu. Ancak ikinci ve özellikle üçüncü (şimdilerde dördüncü) nesiller için bir tehlike vardı kapıda. Asimile olmak…

“Çok gezen mi, yoksa çok okuyan mı bilir?” diye bir söz vardır. İnsan yaşamadan çoğu şeyi bilemeyebilir kanaatindeyim. Ordu’da görev yapmakta iken, 2005 yılında Diyanet İşleri Başkanımız Prof. Dr. Ali Bardakoğlu hocamızın: “Arkadaşlar, biz sizleri Avrupa’yı fethetmeye göndermiyoruz. Elimizin altındaki gençleri muhafaza edin, bu bize yeter.” sözü kulağımıza küpe olmuş, genç yaşta Almanya’ya din görevlisi (din gönüllüsü) olarak atanmıştık. Her din gönüllüsü gibi büyük hayallerle gelmiştik bu memlekete. En büyük hayalimiz gençlere yönelik hizmetler sunabilmekti. Çoğu geceler nasıl yaparım, nereden başlarım sorularıyla meşgul olurken, uykularımız kaçmış ve uzun uzun düşünmeye başlamıştık. Kul sıkışmayınca hızır yetişmezmiş, sözü gerçekleşmişti ve bir çıkar yol bulmuştuk. Bir okulda haftada iki saat Müslüman çocukların derslerine girmeyi başarmıştık. Nord Hein Westfalen (NRW) eyaletinin, Türkiye’den öğretmen kabul etmediği herkes tarafından bilinirken, bu benim için büyük bir başarıydı. Sıra 15-25 yaş arasındaki gençlere yönelik hizmet sunumuna gelmişti. Üç kişiyle camide başlayan ikramlı sohbetler daha sonra ev sohbetlerine dönüşmüştü. Haftada bir kez Cuma akşamları genç kardeşimizin evinde sohbet etmeye başlamıştık. Bu sayede gençlerin aileleriyle de tanışma imkânı buluyor, onların simalarındaki tebessümleri görmenin gururunu yaşıyorduk. Üç-beş derken 53 kişilik bir grup olmuştu artık sohbet halkası. Gençlerle birlikte olmak ve onlarla dertleşmek mutlulukların en güzeliydi… Gençler arasında dikkat çeken bir gencimiz vardı. Yunus…

Yunus 19 yaşında sessiz ve sakin bir gençti. Sohbeti can kulağıyla dinlemesi, Türkiye hakkında konuşulunca gözlerinin içinin parlaması ve sürekli Türkiye hakkında sorular sorması dikkatimizden kaçmamıştı. Yunus’u daha yakından tanımak ve onunla samimi bir arkadaş olma imkânını yakalamak gerektiği bilinciyle fırsat kollamaya başlamıştık. Sonunda bir öğle vakti cami çıkışında Yunus ile karşılaşmış ve aradığımız fırsatı bulmuştuk. Beraber kahve içelim teklifine Yunus, gayet mahcup bir vaziyette “sizi meşgul etmeyeyim hocam” diyerek karşılık vermişti. İkindi namazına kadar Yunus ile sohbet etmiştik. Yunus, Kars nüfus kütüğüne kayıtlı, daha iki yaşında iken anne-babası ayrılmış. İki kültür arasında kalmışlığın vermiş olduğu sıkıntıya bir de ailevi problemler eklenmiş ve Yunus’u derinden etkilemiş. İşin garip tarafı Yunus, ben Türküm ve Kars’lıyım diyordu ama Türkiye’yi ancak haritadaki yerinden biliyordu. Türkiye’den bahsederken gözlerinin içinin parlamasının sebebi artık belli olmuştu. Türkiye ve vatan özlemi…

Yunus’un Türkiye ve vatan özlemini gidermek üzere bir şeyler yapmak gerekiyordu. Yunus’un arkadaşı Yasin’in babası Satılmış bey, bir iş verendi. Yunus’u tanımasına rağmen durumdan haberdar değildi. Satılmış beye meseleyi anlattığımızda “seve seve varım hocam!” demişti. Çeşitli görüşmeler neticesinde Yunus’un seyahat planı hazırlanmış, uçak bileti bile alınmıştı. Sıra Yunus’a söylemeye gelmişti ama nasıl ve nerede? Yunus hariç bütün arkadaşları durumdan haberdardı. Satılmış beyin evinde Yunus’un arkadaşlarının da katılacağı bir sohbet tertipledik. Sohbet konusu belliydi. Türkiye ve Vatan hasreti… Ülkemizle alakalı bazı bilgilerin verildiği sırada Yunus’un gözleri adeta ışıl ışıl parlıyordu. Esasında bir şeylerin olduğunun farkına varmıştı Yunus. Ancak sonuç ne olacaktı bunu bilmiyordu. Nihayetinde “vatan hasreti çekenlere yardımcı olmak gerekir, hele hele bu genç bir delikanlıysa” dediğimizde Yunus’un gözleri boncuk boncuk olmuştu. Artık sıra bileti Yunus’a takdim etmeye ve sevincine ortak olmaya gelmişti. Yunus’a bileti takdim ettiğimizde gözlerinden akan yaşlar arasında dudaklarından buruk bir şekilde “Teşekkür ederim”i zoraki duymuştuk. Yunus ağlamış bizleri de ağlatmıştı. Yunus’un dört haftalık Türkiye ziyareti İstanbul, Bursa, Çanakkale ve Kars illerini kapsamaktaydı. 2009 yılının Haziran ayında artık Türkiye yolcusuydu. Köln Havaalanından yolcu ederken gözlerindeki sevinci ve yaşamış olduğu heyecanı görebiliyorduk. Gezide ona yardımcı olacak eş ve dostlarımızı da devreye sokmuştuk.

Artık Yunus İstanbul, Bursa ve Çanakkale gezisini tamamlamış, sıra memleketi olan Kars’a gitmeye gelmişti. Yunus’un en büyük amcası Kars havaalanında hiç görmediği yeğenini karşılayacak ve bir hafta boyunca onu hem gezdirecek hem de akrabalarıyla bir araya getirecekti. Nihayetinde ziyaret süresi bitmiş Yunus artık İstanbul’a gelmişti. Sabiha Gökçen Havaalanından uçağa binen Yunus’u karşılamak üzere bizler de Köln havaalanında beklemeye başlamıştık. Adeta saat durmuş zaman geçmek bilmiyor ve heyecandan adeta yerimizde duramıyorduk. Beklenen an gelmişti. Uçak piste inmişti. Yunus’un çıkış kapısından görünmesini bekliyorduk. Yunus kapıdan çıkar çıkmaz elindeki valizini bırakmış koşarak boynuma sarılmıştı.

“Türkiye nasıl, güzel miydi?” diye sorduğumuzda gözyaşları ve hıçkırıklarla dudaklarından “Çok teşekkür ederim hocam!” kelimeleri dökülmüştü.