Doç. Dr. Halil ALTUNTAŞ
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
Darda kalan birini gördüğümüz zaman huzurumuz kaçar. Üstü başı perişan, soğuktan titreyen bir yaşlının yahut çocuklarına yedirecek bir şeyi olmayan annenin durumu, fıtratı bozulmamış hangi yüreği sızlatmaz. Kanadı kırık bir kuşun çaresizliği hangi kalbi titretmez. Pratiğe gelelim: Sırf canlarını kurtarabilmek için evlerini yurtlarını terk edip topraklarımıza sığınan kitlelerin yaşadığı ıstıraplar karşısında kim gözünü yumabilir; hiçbir şey olmamış gibi davranabilir. Karşılaştığımız bu tür olumsuzlukları içimizden gelen bir yönelişle gidermek isteriz, en azından giderilmesini isteriz. İşte bu; insandaki iyilik etme duygusunun eseridir.
“İyilik” ortak paydasından birleşen “ma’rûf” “ihsan” ve “birr”, kavramları ile bunların açılımı niteliğinde olan söylemler son noktada ahlakı/dini temsil eder. Dolayısıyla iyiliğin, hayatın bütününü ilahi iradeye uygun şekilde yaşamak olduğu söylenebilir. Bu bakış açısıyla, iyilik piramidinin zemine basan en geniş yüzeyini iman oluşturur. Dinin hayata yansıyan bütün unsurları bu temel üzerine kuruludur. İyilik olgusunun da kapsamı içinde yer aldığı ahlak ise piramidin doruk noktasını işgal eder. Nitekim Kur’an’ın iyilik tarifi, sırasıyla iman, infak, ibadet ve ahlak unsurlarını içermektedir. Yine Kur’an iyiliği kısaca “takva sahibi insanın davranışı” şeklinde tarif eder. Takvanın, Allah’ın emir ve yasaklarını çiğnemekten sakınmak anlamına geldiği hatırlanacak olursa, iyi insan olmak için iyi Müslüman olmak; iyilik yapmış olmak için Müslümanca bir hayat yaşamak gerektiği anlaşılır.
İyilik bir niteliktir, iyilik etmek ise bir eylem. Hem nitelik olarak, hem de eylem olarak iyilik Mutlak İyi’nin (Allah’ın) vergisidir. O’nun iyiliği insanlara sonsuz nimetler ve bu nimetlere başkalarını da ortak etme isteği şeklinde yansımaktadır. Allah ile kul arasındaki ilişkilerin kilit noktası ve İslami bilincin en önemli göstergesi olan şükür kavramı da burada devreye girer. Şükür, verilen nimete misliyle karşılıkta bulunmak olduğuna göre İslami bakış açısıyla “niçin iyilik ederiz?” sorusunun cevabı şöyle alabilir: İyilik etmek, bize verilen nimetlerin diğer insanlara da ulaşmasında aracılıkta ederek “Allah’a güzel bir borç veren” kul olma ve böylece şükür bilincine erişme isteğini karşılama eylemidir. “Allah’ın sana iyilik yaptığı gibi sen de iyilik yap” emri, iyilik faaliyetlerinin Mutlak İyi’ye, kulluk ölçülerinde cevabi bir bağlılık ve minnet anlamı taşıması gerektiğine işaret ediyor. Gerçekte şükür mekanizması içimizde kurulu olarak bize verilmiştir. Aynı şekilde iyilik gibi kötülüğün de cevheri içimizde, şifrelerimizde var. Şifrenin açılımı ise irademize bırakılmış. Eylemlerimizin iyi ya da kötü diye ayırımı bu yolla, iradenin kullanıldığı yöne, insanın tercihine göre yapılıyor. İyilik cevheri işletilmez ve paslanmaya terk edilirse Allah’a karşı nankörlük dediğimiz afete düşülmüş olur. Bu gerçekten hareketle diyebiliriz ki, hırs ve nefis gibi temel engelleri aşarak, insanların sıkıntılarını önemsemek, yüreklerde açılan merhamet çiçeklerini hemcinslerimizle paylaşmak bir sanattır; bir insanlık sanatıdır.
Nefis ile şeytanın kötülüğü emretmeyi meslek edinmiş olmaları karşısında toplum içinde özel donanıma sahip bir kesim, iyiliğin aktif tutulup yaşatılması (emr bi’l-ma’rûf ve nehy anilmünker) ile görevlendirilmiş, böylece iyilik yönelişi kurumsal bir zemine oturtulmuştur: “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.” Hz. Lokman Aleyhisselam’ın, oğluna “İyiliği emret, kötülükten alıkoy” şeklindeki nasihati, bu görevin ifa edildiği sahnede yankılanan bir sadadır. Demek ki mümin insan, iyilik konusunda pasif ve bencil davranarak iyilik mekanizmasını atıl bırakmayacak, öte yandan bu bilinci hemcinslerine de yansıtacaktır.
Mutluluk ve ruh dinginliği sağlayan bir kaynak olarak iyilik neredeyse “vermek”le eş değerdedir. Bir yetimin başını okşarken ona sevgi ve teselli verirsiniz. Doyurduğunuz aç bir hayvan kendisine sizden aldığının sadece iki yudum su olmadığını söyleyemezse de bunu hisseder. Birinin ayak üstü sorduğu adresi tarif ederken ona zaman ayırırsınız. Ancak vermek deyince ilk çağrışımımız maddi olur. Bir yoksulu giydirirsiniz, borçluyu dardan kurtarırsınız, maddi imkânlarınızdan başkalarını yararlandırırsınız. Bunların her biri birer iyiliktir. İyiliklerin mutluluğumuza, insaniyetimize katkıları onların kalitesi oranında olur. Burada iyiliğin yürekten beslenmesi ve verirken alan kişi ile özdeşleşebilmek gibi iki kalite belirleyicisi söz konusudur. Gösteriş için iyilik etmek iyilik değil nifaktır. Siz olsaydınız dudak bükerek alacağınız bir şeyi iyilik adına vermek istemeniz de kendinizi alanın yerine koyamadığınızı gösterir. Bu da iyiliğin niteliğine gölge düşürücü bir etkendir. Zira “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz.” İyiliğe erişebilmek için iyilik yönelişi aktif tutulmalı, meleke hâline gelmelidir. Bunu başarabilen insan artık “üryan olana ‘elbisen nerede’ diye sormaz; evsize de ‘evinin başına ne geldi? diye.” Mademki acı ve ıstırap var ona düşen dindirmektir. Sebepler ise birer detaydan başka bir şey değildir. Bilir ki yaptığı iyiliği Allah bilmektedir. Zaten O’nun biliyor olması, iyilik yapmak için başka sebebe gerek bırakmaz. “O biliyor, mükâfatımı da o verir, başkasının ‘ne iyi!’ demesine ihtiyacım yok” anlayışı dinin “ihlas” diye tanımladığı “gerçek içtenlik” olgusunun meyvesidir. Burada, verilen -her ne ise- verenin değil, Allah’ındır, kendisi emanetçidir. “Sağ eliyle verdiğini sol eli görmez” Bu sebeple iyilik yaptığı kimse karşısında bir ayrıcalığın sahibi değildir. Yaptığı iyiliği başa kakma düzeysizliğine düşmediği gibi iyiliği karşılığında teşekkür bile beklemez. Başa kakmanın ilahi iltifattan mahrum kalma sebeplerinden biri olduğunu bilir.
İyilik yapmanın verdiği mutluluk gösterilen fedakârlığın sonucudur. Verirken varınızın iyisinden vermeyi öğrenmiş iseniz maddi tutkularınızı bastırmış; maddi olan sizi değil, siz onu yönetmiş olursunuz. Bu başarının meyvesi de bağımlılıktan kurtulan iç dünyanızın yaşayacağı yüksek haz ve hürriyet atmosferi ile beslenen iyilik aktif bir ruh hâlidir.
İyiliğin toplumsal bir olgu olarak yaşanması hedefine ulaşmak için bireysellikten ve pasif konumdan kurtularak iş birliğine ve faaliyete girişmek gerekiyor. “İyilik ve takva (Allah’a karşı gelmekten sakınma) üzere yardımlaşın. Ama günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın” ayeti bize bu mesajı iletiyor. İyiliğin yaşanır hâlde olması için sergilenecek girişimler sözlü de olur. Kur’an’ın müminler hakkındaki “İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar” şeklindeki nitelemesinde buna işaret vardır. Fakat unutulmamalıdır ki İslami anlayışta eylemle desteklenmeyen söz, sadece “ağızlarla söylenmiş” laftan ibarettir. Asıl olan iyiliği tavsiye edenin sahip olacağı ehliyettir. Buradaki ehliyet, başkalarına telkin edilmesi gereken iyi olma ve iyilik etme özeliğinin, öncelikle tavsiye edende bulunması gerektiğini ifade ediyor. Kur’an’da dönemin Medine Yahudilerine yönelttiği “Siz kendinizi unutup başkalarına iyiliği mi emrediyorsunuz? (Yaptığınızın çirkinliğini) anlamıyor musunuz?” şeklindeki hitap Müslümanlar için de “sakın bunlar gibi olmayın” anlamında dolaylı bir uyarı niteliğindedir.
İyilik yeteneğini devre dışı bırakmak kötüye ve kötülüğe yol açar. Kötülüğün yüklediği negatif elektrikten, iç rahatsızlığından, vicdan azabından kurtulmanın yolu da iyiliktir. Bu, insan ruhunun bir gerçeğidir. Nice hayır hizmetleri vardır ki, hassas yürekli, günah işlemez kişilerce ortaya çıkarılmış değillerdir. Yapılan yanlışlar ve günahlar sebebi ile hak ve hakikate verilen zararları iyilik yoluyla telafi etme çaba ve niyetleri onları iyiliğe yöneltmiştir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.) insanın günahsız olamayacağı tespitini yapar. Kur’an-ı Kerim de her nasılsa işlenen kötülüğü, peşinden yapılacak iyilikle telafi yoluna başvurmayı akıllı müminin davranışları arasında olarak zikreder ve bu gerçeği “şüphesiz, iyilikler kötülükler giderir” ayetiyle hükme bağlar. Aynı gerçek Hz. Peygamber’in dilinden “Nerede olursan ol, Allah’a karşı gelmekten sakın. İşlediğin bir kötülükten sonra iyilik yap ki onu yok etsin” şeklinde ifadesini bulur.
“Kötülüğü iyilikle yok etme”nin bir anlamı da yapılan kötülük ve haksızlığa karşı iyilikle karşılık vermektir. Evet, bu zor bir iştir. Ham yüreklerimiz gördüğümüz kötülüğe isyan eder ve “misliyle karşılık!” deyiverir. Oysa kör dürtülere teslim olmaktan başka bir şey değildir bu. “Herkes” gibi davranmak yerine, iyilikle karşılık vermek zor ama kârlıdır. Hayatın içinde ruh ve nefis terbiyesi için etkili bir tekniktir bu. Böyle davranılması kişiler arasındaki düşmanlık duygularının yok olmasını sağlayacaktır. Kur’an bu sonucu; “Bir de bakarsın ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sıcak bir dost oluvermiş” diye dikkatlere sunuyor. “Denedim ama karşılığı yine kötülük oldu” diyen kişi, iyilikle mukabelesindeki samimiyet derecesini gözden geçirmelidir. Acaba bunu yaparken Allah rızasını mı gözetmiştir, yoksa kuşa yem atan avcı gibi mi davranmıştır? Diyelim ki amacımız Allah’ın rızası idi, ama yine de kötülük görmek oldu; kazanan yine biz oluruz; Çünkü bütün varlığımızın nihai amacı Allah rızasıdır ve biz o uğurda somut bir adım daha atmış oluruz. Atasözümüzün tam yeridir: “İyilik yap denize at, balık bilmezse Hâlik bilir.” Dahası var: “İyiliğe iyilik her kişinin işidir, kötülüğe iyilik er kişinin işidir.” Mürüvvetimizi tahkim etmiş oluruz; bu az bir şey midir?
İmkân bulunduğu hâlde iyilik yapmayı ertelemek ahlaki açıdan riskli bir tutumdur. Her şeyden önce kullanılmayan iyilik duygusu körelir, yok olmaya yüz tutar. Daha da önemlisi iyilik yapma imkânı fiilen yitirilebilir. Fırsat varken onu değerlendirmek gerekir. Fırsat her zaman ele bulunmaz. “Sonra yaparım”cılık pişman eder.
İyiliklerimiz kadar mutlu olma hakkımız vardır.