Bireyden Aileye, Aileden Topluma İyilik

15 Mayıs 2025 Mayıs 26th, 2025

Prof. Dr. Ahmet AKIN
İstanbul Medeniyet Üniversitesi
Psikolojik Danışmanlık Anabilim Dalı Öğretim Üyesi

Canlılar arasında gelişim süreci en karmaşık ve dinamik olan varlık insandır. Dünyaya gözünü açtığı andan itibaren her an hızlı bir değişim süreci içinde olan insanoğlu; sürekli yeni bir şeyler öğrenir. Öğrendikçe gelişir, geliştikçe de yeni durumlara ve gelişimsel görevlere uyum sağlama çabasıyla kendini var eder. Bu gelişim alanları da oldukça geniş bir yelpazede dağılım göstermektedir; zihinsel, sosyal, duygusal, fiziksel, kültürel, ahlaki ve manevi vb.

İnsanoğlu zihinsel yönden her an yeni bir gelişim göreviyle karşı karşıyadır. Bebeklikte dil gelişimi, çocuklukta okuma-yazma ve diğer akademik becerilerin gelişimi, ergenlikte soyut düşünme, analiz-sentez yapma gibi üst düzey zihinsel becerilerin gelişimi gerçekleşir.

İnsanoğlu duygusal yönden de sürekli bir gelişim serüveniyle yüzleşmektedir. Bebeklikte iki temel duygu olan mutluluk ve üzüntü daha fazla ön plandayken, çocuklukta başarı, rekabet ve paylaşma gibi nispeten daha karmaşık bir dizi duygu göze çarpar. Ergenlik ise duygusal açıdan tam bir kaos dönemidir. Ergen birey, belki de yaşamın en zorlu görevi olan kimlik hissini elde etmek durumundadır. Yetişkinlikte ise artık insanoğlu ebeveyn olma duygusu ve topluma katkıda bulunmanın verdiği hazla yaşamına anlam katmaya çalışacaktır.

İnsanoğlu kültürel açıdan da her an yeni deneyimler elde etmektedir. Bebeklikte toplum içinde uygun davranma kaygısı insanoğlu için hiçbir önem arz etmemesine rağmen, okul hayatının başlamasıyla birlikte içinde bulunduğu sosyal ortamlara uyumlu davranışlar sergileme kaygısı belli bir düzeye ulaşacaktır. Hatta bu kaygının üst düzeyde yaşanması; sosyal fobi olarak tanımlanan bir dizi psikolojik semptomlarla kendini gösterecektir. Ergenlikte çok daha fazla gözlemlenen bu tür bir kaygının temelinde, aslında içinde bulunduğu toplum tarafından dışlanma ve küçümsenme düşünceleri yatmaktadır. Yetişkinlikte ise insanoğlu için bir baba, bir meslek elemanı veya bir yönetici olarak kendinden beklenen sosyal rollerle uyumlu bir davranış tarzı sergileyebilmesi önemlidir. Bu da sonuçta sağlıklı bir sosyal gelişimle mümkündür.

Kültürel gelişim de insanoğlu için hızlı yaşanan bir süreçtir. Bu gelişim bazı durumlarda o denli önemlidir ki belli bir kültürel yapı, bireye yaptığı yüklemelerle onun kendini iyi veya kötü hissetmesine yol açabilmektedir. İçinde bulunduğu kültür, bireyin ahlaki gelişiminde de belirleyici rol oynamaktadır. Töreler, sosyal normlar ve hatalı sosyal değerler, bir başka insanın canına kıymasına yol açacak kadar birey üzerinde büyük etkilere sahiptir. Maalesef bireyin kültürel değerlerini seçebilmesi mümkün değilken aynı zamanda bu değerlerin analizi, eleştirilmesi veya reddedilmesi birey için son derece sancılı sonuçlara yol açabilmektedir.

Peki, insanoğlu, yaşamından nasıl doyum elde edebilir? İnsanoğlunun hem kendi içsel dünyasına hem de sosyal çevresine yabancılaşmasının temelinde ne yatmaktadır? Bu tür varoluşsal soruların cevabını tek bir başlık altında toplamak elbette oldukça zordur. Ancak en büyük etmen nedir diye sorulduğunda, psikolojik ve sosyal anlamda başat bir faktör göze çarpmaktadır; anlam.

İnsanın yaşamına anlam katan nedir? Çok fazla para kazanmak mı, statüsü çok yüksek olan prestijli bir işte çalışmak mı, ok başarılı olmak mı, çok geniş sosyal bir çevreye sahip olmak mı, istediği her şeyi elde edebilmek mi? Yapılan araştırmalar yaşam anlamı hissinin, zenginlik, statü ve başarıyla birebir ilişkili olmadığını göstermektedir. Aslında bunların fazla olması, bireyi daha da tedirgin ve kaygılı hâle getireceği için onun kronik biçimde mutsuz ve doyumsuz olmasına yol açabilmektedir. Çünkü bu tür maddi kazanımlar eğer manevi bir kerterizle dengelenmez ise, bireyin büyüklük hissi yaşamasına ve narsistik bir kişilik yapısına sahip olmasına temel teşkil edebilir.

İnsanoğlunu yaratan ve onun zaaflarını, acizliğini ve krizlerini en iyi bilen Yüce Mevlamız, Tekâsür suresinde maddi gücün insanoğlunun yaşamına anlam katmayacağını bizlere bildirmiştir. Çokluk yarışı ve çoklukla övünmek anlamına gelen tekâsür terimi; bireylerin sosyal çevrelerini insanlar arasında bir üstünlük aracı olarak kullanmalarını içermektedir. Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) döneminde mal, evlat ve akrabaların fazla olması, insanlar için bir gurur ve şeref göstergesi olarak görülmekteydi. Bu olgu o denli önem kazanmıştı ki artık insanlar maddi güç ve akrabalarının fazlalığını vurgulayabilmek adına yaşayanlarla yetinmemeye başlayarak, kabilelerinin üstünlüğünü geçmişleriyle de kanıtlamak için mezarlıklara giderek ölmüş akrabalarının çokluğuyla övünmeye başlamışlardı. Yüce Mevlamız Cahiliyye dönemindeki bu yaygın ancak hatalı anlayışa şöyle dikkat çekmektedir: “Çokluk kuruntusu sizi o derece oyaladı ki, nihayet kabirleri ziyaret ettiniz.”(Tekâsür, 102/1-2.)

İnsanoğlunun anlam boşluğunun doldurulacağı ve anlamsızlık hastalığının deva bulacağı mecranın maddi alanlar olamayacağını Kur’an-ı Kerim’de vurgulayan Yüce Rabbimiz, çağımızın vebası olarak görülen anlamsızlık problemi için bizlere bir çözüm yolu önermiştir: İnfak ve hasbilik. İnfak insanoğlunun Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için kendi servetinden harcamada bulunması, ihtiyaç sahiplerine yardım etmesi; hasbilik ise insanoğlunun bir şeyi gönüllü olarak ve karşılık beklemeksizin yapabilmesi anlamına gelmektedir. Birçok ayette Allah yolunda harcamayı ve insanlara karşılık beklemeden iyilik yapmayı bizlere anlamsızlığın panzehiri olarak öneren Yüce Mevlamız, infak ve hasbiliğin önemini şöyle vurgulamıştır;

“Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, bir tanenin durumu gibidir ki, yedi başak bitirmiş ve her başakta yüz tane var. Allah, dilediğine daha da katlar. Allah’ın rahmeti geniştir. O, her şeyi bilir. Allah yolunda mallarını infak eden, sonra verdiklerinin arkasından başa kakmayı, gönül incitmeyi uygun görmeyen kimselerin Rableri yanında mükâfatları vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar, üzülmeyeceklerdir.”(Bakara, 2/261-262.)

İnsanoğlu fiziksel bir omurgası ve bedeni olduğu gibi, psikolojik ve ruhsal anlamda da bir omurgaya ihtiyaç duymaktadır. Hatta psikolojik omurga çoğu zaman fiziksel omurganın sağlıklı ve işlevsel olmasında çok daha fazla rol oynamaktadır. Fiziksel omurganın büyüme ve gelişmesi için çeşitli gıda ve vitaminler olduğu gibi psikolojik omurganın da gıdası infak, vitamin ve mineralleri ise hasbiliktir. Günümüz insanına baktığımızda; maddi gücün iyi ve faydalı bir insan olabilmek için sadece bir araç olduğunu unutup ona amaç olarak bel bağlayan, maddi açıdan değeri fazla olmasına rağmen manevi açıdan değerini giderek yitiren, elindekileri varoluşunun payandası olarak gören, vermekten korkan, ağzı açık ve alıcı konumda olan, istifçi ve sömürücü eğilimlere sahip olan ve sosyal yaşama bir katkı sunamayan insan tipinin giderek çoğaldığına üzülerek şahit olmaktayız. Bu bağlamda gelecek nesillerimizin hem maddi hem de manevi anlamda değerli olması ve sosyal huzurun artması için toplumun tutkalı olarak nitelendirebileceğimiz hasbilik ve infak davranışlarının özendirilmesi ve biz büyüklerin bu anlamda yavrularımıza model teşkil etmesi son derece elzemdir. İçinde bulunduğu toplumun insanları ve genel olarak da insanlığın tümüne faydalı olan bir birey kendini bir işe yaramış hissedebilir. Bireyin yaşamına anlam katacak his işte budur. Hem dinî hem de kültürel değerlerimizin vurguladığı bu iki özelliğin toplumumuzda tekrardan neşvü nema bulması; içinde yaşadığımız çağın vebası olan anlamsızlık ve hiçlik duygularının rehabilite edilmesinde anahtar rol oynayacaktır. Böylece kendisinin sınırlı, fani ve aciz bir varlık olduğu gerçekliğini bir an olsun aklından çıkarmayan, maddi olan her şeyin kendisi için bir emanet olduğunu fark eden ve sonuçta kendisi ve çocukları için en önemli yatırımın sağlıklı bir karakter ve kişilik olacağını unutmayan bir toplum oluşabilir. Aksi takdirde sosyal çevresi, internet ve iletişim aracı sosyal medya olan, giderek kendinden korkan ve kendinden uzaklaşan bir nesille karşı karşıya kalma riskinin oldukça yüksek olduğu görülmektedir.

Bireyin diğer insanların sorunlarından dolayı kaygılanması, onların ihtiyaçlarını gidermeye çalışması, onlarla “hem-hâl, hem-dem ve hem-gam” olması ve herhangi bir yakınlığı ve kişisel çıkarı dikkate almadan sadece insan olduklarını düşünerek diğer insanlar için karşılıksız bir şeyler yapmaya çalışması gibi davranışsal örnekler çıkmaktadır. Mesela yağmurlu bir günde, semtimizde veya mahallemizde bir yerlere yetişmeye çalışan ancak bir yandan da yağmurda ıslanan insanları otomobilimizle gidecekleri yere götürmeye çalışmak bir hasbilik örneğidir. Yolda yürüyen insanları tanımamız, onlardan bir karşılık beklememiz veya onların bizden böyle bir şeyi talep etmesi gerekmez. Biz yarım saatimizi böyle bir iş için ayırarak caddede birkaç tur atabilir ve bu insanları gidecekleri yere ıslanmadan yetiştirebilmeye çalışırız. Bu tür bir davranışın bana kalırsa, insana yaşattığı haz ve sağladığı doyum bir anlamda psikolojik bir sağaltım işlevi de görebilir.

Hasbi davranışlara günümüzde toplumumuz son derece muhtaç. İnsanlarımızın önemli bir bölümü maalesef ilişkilere faydacı ve fırsatçı bir açıdan yaklaşmakta, bir eylemi gerçekleştirmeden önce onun kendisine nasıl bir yararı olacağını dikkate almaktadır. Aslında insanlara karşılıksız bir şeyler vermek için çok şeye sahip olmak gerekmiyor. Bir selamlama, güzel bir söz veya hafif bir tebessüm insanoğlu için çoğu durumda çok büyük bir iyilik olabilmektedir. Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de hasbilikle ilgili bir ayeti kerimede şu şekilde buyurmaktadır;

“Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden gönül kırma, gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah, her bakımdan sınırsız zengindir, halîmdir,(hemen cezalandırmaz, mühlet verir).”(Bakara, 2/263)

Karşılıksız iyilik yapmayı öneren hasbilik; insanlar arasında sağlam bağlar kurulmasına, kişiler arası ilişkilerde güvenin gelişmesine ve nihai olarak sosyal yapının gelişmesine yardımcı olmaktadır. Sosyal ilişkilerde bir tebessümün ne kadar önemli olduğunu gösteren bir öyküyle devam edelim:

Küçük kız, hüzünlü bir yabancıya gülümsedi. Bu gülümseme adamın kendisini daha iyi hissetmesine sebep oldu. Bu hava içinde yakın geçmişte kendisine yardım eden bir dosta teşekkür etmediğini hatırladı. Hemen bir not yazdı, yolladı. Arkadaşı bu teşekkürden o kadar keyiflendi ki, her öğlen yemek yediği lokantada garsona yüklü bir bahşiş bıraktı.

Garson ilk defa böyle bir bahşiş alıyordu. Akşam eve giderken, kazandığı paranın bir parçasını, her zaman köşe başında oturan fakir adamın şapkasına bıraktı.

Adam öyle ama öyle minnettar oldu ki… İki gündür boğazından aşağı lokma geçmemişti. Karnını ilk defa doyurduktan sonra, bir apartman bodrumundaki tek odasının yolunu tuttu. Öyle neşeliydi ki, bir saçak altında titreyen köpek yavrusunu görünce, kucağına alıverdi.

Küçük köpek gecenin soğuğundan kurtulduğu için mutluydu. Sıcak odada sabaha kadar koşuşturdu. Gece yarısından sonra apartmanı dumanlar sardı.

Bir yangın başlıyordu. Dumanı koklayan köpek öyle bir havlamaya başladı ki, önce fakir adam uyandı, sonra bütün apartman halkı… Anneler, babalar dumandan boğulmak üzere olan yavrularını kucaklayıp, ölümden kurtardılar…

Bütün bunların hepsi, beş kuruşluk bile maliyeti olmayan bir tebessümün sonucuydu.

Bireylerin bir iyiliği, herhangi bir baskı altında kalmadan veya diğer insanların herhangi bir yönlendirmesine gerek duymadan kendi içsel kontrolü ve desteğiyle yapması son derece önemlidir. Böyle bir durumda bireyin, bu iyilikten herhangi bir karşılık beklemediği için elde edeceği doyum bir koşula bağlı olmayacaktır. Bunun aksine bireyin yaptığı iyilikler için bir beklenti içinde olması, insanlar için koşulsuz ve gönüllü bir fayda sağlamaması durumunda her iyiliğin bir bedeli olacaktır. Birey, belli bir süre sonra iyilik içeren her davranışının karşılığını hesaplamak ve bunu talep etmek durumunda kalacaktır. Hesabilik olarak ele alabileceğimiz bu tür bir davranış hasbiliğin tam zıddıdır ve bireye herhangi bir doyum sağlamaz. Birey sürekli olarak kime ne verdiğini, hangi koşullarda verdiğinin karşılığını alabileceğini hesaplamak zorundadır. Bu gerginlik onu yer bitirir, “Tilki kurnazdır ama şişman tilki yoktur.” sözü bu gerçeği çok iyi bir biçimde açıklamaktadır. Hasbi değil hesabi olan kişilerin ahirette herhangi bir karşılık almayacağı düşünüldüğünde böyle kişilerin apaçık bir ziyanda olduğu kolaylıkla görülebilir.

Hesapçılığın bireye içsel anlamda yol açtığı maliyet listesi daha çok uzatılabilir. Ancak en büyük zararı, bireyi içsel doyumdan ve manevi hazdan uzaklaştırması, buna bağlı olarak bireye sürekli bir talep-beklenti kısır döngüsü içinde gerginlik yaşatmasıdır. Asla bir mesafe de alamazlar, hayatları boyunca biriktirdiklerinin esiri ve istifçiliğin kurbanı olurlar. İnfak etmezler, yani Allah rızası için ellerindekini harcamayı ve karşılıksız hayırda bulunmayı bilmezler. Bir ayet-i kerimede Yüce Mevla bununla ilgili şöyle buyurmuştur:

“Altın ve gümüşü biriktirip gizleyerek onları Allah yolunda harcamayanları elem dolu bir azapla müjdele.”(Tevbe, 9/35.)

Oysa vermenin hazzı başkadır. Hayır işlerinde karşılık beklemeden insanların birbirleriyle yarışmaları tavsiye edilmiş ve sadece bu noktada kıskançlık mubah görülmüştür:

“Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Haydi, hep hayırlara koşun, yarışın! Nerede olsanız Allah hepinizi bir araya getirir. Şüphesiz, Allah’ın gücü her şeye hakkıyla yeter.”(Bakara, 2/148)

Hesapçı kimseler, yaşamları boyunca yaptıkları iyi işler için bir karşılık beklediklerinden gerçek anlamda dost ve arkadaş edinmeleri son derece zordur. Çevrelerindeki insanlar da kendileri gibi sürekli yaptıklarının karşılığını bekleyen insanlar oldukları için sıkıntıya düştükleri zaman yardımlarına koşacak herhangi birini bulamazlar. Zor ve bunalımlarla dolu bir yaşlılık hayatı geçirirler, malları veya maddi güçleri onlara yaşamlarının son yıllarında herhangi bir fayda sağlamaz. Yaşlandıkları zaman yanlarında kimseleri bulamazlar, yalnız ve izole bir yaşama mahkûm olurlar.

Hasbilik aynı zamanda tüm peygamberlerin ortak özelliklerinden birisidir. Peygamberler çok büyük sıkıntılara, acı verici yaşantılara, işkence ve eziyetlere rağmen içinde yaşadıkları toplumları sürekli olarak iyiliğe ve Allah’ın dinine davet etmekten bir an bile geri durmamış, yaptıkları işi de sadece Allah rızası için yaparak herhangi bir karşılık beklememişlerdir. Onların bu hasbi davranışları karşılığında alacakları ücret yani ecir veya sevap ahirette olacaktır. Bir ayet-i kerimede peygamberlerin hasbice davranışları şu şekilde ele alınmıştır:

“De ki: İşte bu, Allah’ın, inanıp salih ameller işleyen kullarına müjdelediği şeydir. De ki: ‘Ben buna (yaptığım tebliğ görevine) karşılık sizden, akrabalıktan doğan sevgiden başka bir ücret istemiyorum.’ Kim güzel bir iş yaparsa, onun iyiliğini artırırız. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, şükrün karşılığını verendir.”(Şûrâ, 42/23.)

Günümüzde giderek daha fazla kapitalist, materyalist, makyavelist, oportünist ve pragmatist bir yaşam felsefesine sahip olmaya başlayan insanların, buna bağlı olarak maddi güçleri ve refah düzeyleri artmasına rağmen maalesef manevi anlamda aynı huzur ve mutluluğu elde etmeleri mümkün olmamıştır. Bunun nedeni insanların giderek daha yoğun biçimde dünyevi işlere kendilerini kaptırmaları, kendilerini maddi anlamda daha fazla teminat altına almak istemeleri, günlük yaşam deneyimlerini daha fazla ihtiyaç odaklı ele almaları, kanaat gibi olumlu kişisel özellikler yerine hırs ve rekabet gibi insanı tüketen olumsuz kişisel özelliklere daha fazla sahip olmalarıdır. Aslında insanoğlunun yaşamı, hiçbir şeyi garanti altına alamayacak kadar kısa ve her şeyi kontrol edemeyecek kadar komplekstir. Elbette bireyin irade-i cüz’iyesi nispetinde kontrol edilebilecek bazı şeyler vardır, davranışlarımızı kontrol edebiliriz, çocuklarımızın yetişmesinde katkıda bulunabiliriz ve eylemlerimizi seçebiliriz. Ancak geleceğimizi belirlemek tam anlamıyla elimizde değildir. Yüce Mevlamız insanoğlunun bilgi ve kontrol anlamındaki sınırlılığına vurgu yaparak bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur;

“Kıyametin ne zaman kopacağı bilgisi şüphesiz yalnızca Allah katındadır. O, yağmuru yağdırır, rahimlerdekini bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Hiç kimse nerede öleceğini de bilemez. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, (her şeyden) hakkıyla haberdar olandır.”(Lokmân, 31/34.)

Bir başka ayet-i kerimede de sağlıklı bir psikolojik ve sosyal gelişim için şu tavsiyede bulunmuştur:

“Kim iyi ve yararlı işleri en güzel şekilde yaparak kendini Allah’a teslim ederse, şüphesiz en sağlam kulpa tutunmuştur. İşlerin sonu ancak Allah’a varır.”(Lokmân, 31/22.)

Hasbi davranmak ve hesapçı olmaktan uzak durmak günümüz insanının en önemli ihtiyaçlarındandır. Unutmamalıyız ki Allah maddi şeyleri dilediğine, manevi şeyleri ise dileyene vermektedir. Yapılacak o kadar geniş bir dizide manevi, sonal ve soyut hayırlı işler varken bireylerin maddi, kısa vadeli ve somut eylemlerle günlük yaşamlarını geçirmeleri, sürekli geleceklerine ilişkin beklentilerde bulunmaları, bitmek tükenmek bilmeyen planlar arasında sıkışıp kalmaları onlara gerginlikten başka hiçbir duygu yaşatmaz. Karşılıksız vermek yani hasbilik ise Yüce Mevlamızın Kur’an-ı Kerim’de en fazla övdüğü ve en çok üzerinde durduğu davranış tarzlarından birisi olduğu için muhakkak günün birinde sıkıştığımız veya kendimizi çaresiz hissettiğimiz bir anda karşımıza birden çıkabilecek bir hazine olarak görülebilir.

İnsanlar genellikle böyle anlar yaşarlar, her şeyin bittiğini, artık sona yaklaştığını, artık hiçbir şeyin düzelmeyeceğini düşündüğümüz melankolik, çaresiz ve bitkin bir anımızda birden işler yoluna giriyorsa; bunu kesinlikle geçmiş yaşantımızda bir beklenti içinde olmadan sunduğumuz bir tebessüme, bir yoksula yaptığımız bir yardıma, yolda kalan birisini gideceği yere yetiştirmemize, girişimcilik duygusu kazanmaya çalışan bir çocuğun bu duygusunu desteklemeye yönelik bir davranışımıza, namaz için camiye giden bir çocuğun başını okşamamıza, rızkını kazanmaya çalışan bir işçinin sırtını sıvazlamamıza, insanlığa faydalı olmaya çalışan bir gencin önünü açmamıza veya yapılabilecek binlerce karşılıksız iyilik davranışlarından herhangi birine borçluyuzdur. “İyilik yap denize at balık bilmezse Hâlik (yaratan) bilir.” sözü bir insanın yaptığı iyiliğin elbette bir şekilde değer göreceğini göstermektedir. Kur’an-ı Kerim’de iyilik ve kötülüğün insanın karşısına bir şekilde çıkacağı şu ayetlerle delillendirilmiştir:

“Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse, onun cezasını görecektir.”(Zâriyât, 51/7-8.)

İyilik yapmanın sınırlarının olmadığını düşündüğümüzde ve iyiliğin insanı birçok yönden diri ve zinde tuttuğunu dikkate aldığımızda aslında iyiliğin insana çok yönden fayda sağladığını söyleyebiliriz.

İyilik Ekseninde Aile, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 3. Baskı (2023), syf.83-94.

Türkiye Diyanet Vakfı

Mesai saatlerinde cevap verilir

Merhaba, Türkiye Diyanet Vakfı web siteminize hoş geldiniz, dilerseniz sorularınızı aşağıda bulunan buton üzerinden WhatsApp aracılığıyla bize ulaştırabilirsiniz.